DEMOKRASİ KONFERANSI
BİLİM-AKADEMİ ÇALIŞMA GRUBU BİLDİRİSİ
Demokrasi Konferansı (DK),“tüm demokrasi güçlerinin güç birlikteliklerini, talep ve hedef ortaklıklarını belirgin kılmak” amacıyla toplanmaktadır. “Bilim-Akademi Çalışma Grubu” olarak, Türkiye’deki tüm muhalif bilimcileri, üniversitelerde yaşanan tekno-kapitalist dönüşümü enine boyuna tartışmak, sorgulamak ve bir kolektif karşı irade oluşturabilmek adına bir araya gelmeye çağırıyoruz. Kuşkusuz bilim ve akademi alanında yürütülecek örgütlü mücadele özünde toplumsal bir hak ve dolayısıyla da bir demokrasi mücadelesidirve yalnızca bilim emekçilerinin çabalarıyla sürdürülemez. Ağır tahribata uğratılan bilim ve akademi alanında tüm demokrasi güçlerinin ortak çalışma ve müzakeresine duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. DK çağrı metninde de vurgulandığı gibi, “En geniş söz ve eylem zeminini kurma becerisi gösterebilen kuvvetler tekçi rejim karşısında toplumun umut kutbu olacaktır.” Üniversite tüm bileşenleriyle bir bütün olduğu için taşeronlaştırılmış işçilerinden memurlarına, öğretim elemanlarından öğrencilere kadar uzanan geniş bir mücadele hattının örülmesi ve kurumsal birlikteliğin yaratılması gereklidir. DK’de oluşturulacak kolektif irade, bugün muhalif bilim insanlarının vermekte oldukları parçalı mücadeleleri demokrasi mücadelesi içinde birleştirme ve bu birliğin memuru, işçisi, akademisyeni ve öğrencisiyle tüm üniversite bileşenlerini kapsaması yönünde atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
Bizler, DK’nin “Bilim – Akademi Çalışma Grubu”nuoluşturan bilim emekçileri olarak, 12 Eylül’den 41, YÖK’ün kuruluşundan 40 yıl sonra ve yaklaşık 20 yıl süren AKP istibdadının ardından gelinen aşamada üniversiter sisteme yönelik pervasızca sürdürülen saldırılara karşı ortak bir irade ve örgütlü bir mücadele oluşturmak için bir araya geldik. Aşağıdaki metin, bu irade tarafından önceki çalışmaların birikimlerinden de yararlanarak ortaya konmuştur ve sadece üniversitelerin tüm bileşenlerine değil, tüm demokrasi güçlerineyönelik bir çağrıdır.
Üniversite(nin) Krizi Demokrasi Krizidir
Üniversitenin, bilginin meta formuna büründürülerek kapitalist ilişkiler içine çekilmesiyle içine düştüğü “varoluşsal kriz”ini ve tüm anlamını ve değerini bu ilişkiler bağlamında kazanması nedeniyle yaşadığı “meşruiyet krizi”ni, aynı zamanda bir demokrasi krizi olarak anlamlandırmak mümkündür. Kapitalizmin küreselleşen koşullarında, yaşamın her alanı olduğu gibi bilim ve akademi alanı da sermaye mantığına tabi kılınmakta; sermaye birikiminin öncelik ve beklentileriyle uygun hale getirilmektedir. Eleştirel aklın yuvası ve hasbi bilgi üretim merkezi olması gereken üniversitenin yerini, varlık nedenini kapitalist etkililik ve verimlilik anlayışında bulan, dolayısıyla da işlevselci aklın tüm zafiyetlerini sergileyen bir “girişimci üniversite” almış,bilginin ve eğitim hizmetinin metalaştırılması ve üniversitelerin şirketlere dönüştürülmesi süreci ivme kazanmıştır. Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itilmiş; tekno-bilim diğer bilimsel alanları sömürgeleştirmiştir. Bu sözdebilim,süreç içerisinde artan bir biçimde sermayenin çıkarlarına bağımlı hale getirilmiş; bu kapsamda üniversiteler toplumsal yarardan çok sermaye yararına bir vizyon izlemeyeyönelmiştir. Bir yandan üniversitelere aktarılan kamu fonları azaltılmış; diğer yandan bilim emekçilerinin ücretleri düşük tutularak, kurumlar ve emekçiler “ek gelir” peşine düşürülmüştür. Böylelikle, akademik faaliyetlerin ticarileştirilmesi ve piyasalaştırılması için uygun zemin hazırlanmıştır. Bilginin toplumsallaşması ve kamusallaşması engellenmiş; bilginin özel mülkiyetini temel alan uygulamalar yaygınlaştırılmıştır. Özel/vakıf üniversiteleri, ikinci öğretim programları, paralı yaz okulları, sertifika programları, tezsiz yüksek lisans uygulamaları ve her geçen gün artan öğrenci har(a)çları, yükseköğretimdeki ticarileşmenin somut göstergeleridir. Bu koşullar altında üniversitenin kapıları emekçi çocuklarına kapanmıştır.
Otoriter ve baskıcı yapısı ve zihniyetiyle üniversiteye dair tüm kavram, değer ve kurumları tahrip eden bir ilişkiler sisteminin toplamı olan YÖK, 2017 sonrası tek adam rejimiyle mükemmel bir uyum içinde denetim ve müdahale gücünü daha fazla artırmıştır. Üniversitedeki tüm söz, yetki ve karar erki tek bir kişiye yani Cumhurbaşkanınca sadakat ilkesi uyarınca atanan partizan rektöre bırakılmıştır. Üniversite yönetimi otoriter, baskıcı, ayrımcı/kayırmacı olabilen, mutlak yönetim gücüyle donanmış tek bir kişinin adeta kişisel iktidarı haline gelmiştir. Disiplin yönetmelikleri, üniversite emekçilerine ve öğrencilere “yasal şiddet” uygulanmasının aracıdır. Rektör, YÖK’ün merkeziyetçi anlayışını sürdüren “güvenilir” kişidir. Rektöre karşı denge oluşturacak herhangi bir merci fiilen yoktur. Üniversite senato ve yönetim kurulları ise yetkisiz, temsili oluşumlar haline getirilmiştir.
Üniversiteler, kuvvetler ayrılığını ve hukuk devletini ortadan kaldıran, bütün yetkileri tek elde toplayan, hiçbir denge-fren mekanizmasının bulunmadığı tek adamın keyfi iradesine dayanan bu yönetimin ideolojik aygıtlarından birine dönüşmüştür. Üniversitenin tüm bileşenlerinden “devlet aklı”na uygun bir biçimde düşünüp davranmaları beklenmekte; bu doğrultuda davranmayan tüm akademisyenler “Barış Akademisyenleri” örneğinde görüldüğü üzere tasfiye edilmektedir. “Tek adam”ın ve onun iradi temsilcisi olan YÖK’ün ve “kayyum rektörlerin” biçimlendirdiği otoriter ve merkeziyetçi yapısıyla birlikte yükseköğretim sistemi, iktidarın hedeflediği gibi, itaatkâr meslek elemanları ve uyruklar yetiştirmek üzere işletilmektedir.
Üniversitelerin temel bileşenlerinden biri olan öğrenciler, üniversitede özne olarak neredeyse tümden yok sayılmaktadır. Üniversitenin mevcut hiyerarşik biçimlenişi öğrencileri, sahip olduğu potansiyelleri geliştirmek yerine, denetim ve baskıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Akademik özgürlükler öğrenciler için de yok sayılmaktadır. Öğrencilerin öğrenme, düşünme, eleştirme ve demokratik eylem hakkı ve özgürlüğü engellenmektedir.
Öğrenciler, bir yandan beslenme, barınma, sosyal kullanım alanı gibi birçok fiziki yetersizliğin yol açtığı sorunlarla boğuşurken; diğer yandan da ciddi politik baskılarla karşı karşıya kalmaktadır. Birçok öğrenci etkinliği engellenmekte, öğrenci topluluklarının kurulmasına izin verilmemekte, öğrenciler yaptıkları eylem ve etkinliklerden dolayı adli ve idari soruşturmalara maruz kalmakta, hatta terörist ilan edilmektedir.
Üniversitelerin zorlu politik mücadelelerle tarihsel süreç içerisinde kazandıkları özgürlük ve özerklik ufku, bugün iktidarın baskıları ve müdahaleleriyle sıkıştırılmaktadır. Bunu aşmaya yönelik her bir hamle, iktidarın sadece tüm akademiye değil tüm topluma korku salacak tepkileriyle karşılaşmaktadır.15 Temmuz asker kalkışması bahanesiyle hükümet tarafından gerçekleştirilen anayasa darbesi sonrasında uygulamaya konulan olağanüstühal rejimi ile birlikte çıkarılan KHK’lerle haksız-hukuksuz olarak çok sayıda vakıf üniversitesinin kapatılması, akademisyenlerin ve çalışanların işsiz bırakılması demokrasi, üniversite özerkliği ve akademik özgürlüklere yönelik tehdidin tipik göstergelerinden biridir. İktidarın, akademik özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünü her ne pahasına olursa olsun engellemek içingözünü karartmış olduğunu göstermesi açısından “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin kamuoyuna duyurulması sonrasında olup bitenler yakın tarihimizden verilebilecek çok çarpıcı bir örnektir. Bildiriyi imzalayanların, OHAL kapsamında yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle üniversiteden atılmak da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle üniversiteden uzaklaştırılmaları, ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları ve de hapse atılmaları akademiden yükselecekeleştirel tepkilerinyaygınlaşmasından korkulması kadar üniversite üzerinden baskıyı eksiltmeme kararlılığını da göstermektedir.
Bilginin metalaşma süreci akademisyen kimliğinde ve pratiğinde başkalaşıma yol açmakta, “karakter çürümesi” genelleşen bir eğilime ve yönelime dönüşmektedir. Çarpık bir biçimde yayın sayısını arttırmanın akademisyenlere temel hedef olarak gösterilmesi, yapılan çalışmaların niteliğinin gittikçe daha fazla gözardı edilmesine ve yayın yapmanın kendisini neredeyse endüstrileştirilmiş, üretim bandına alınmış bir süreç haline dönüştürülmesine yol açmıştır. Üniversitelerimizdeki bilim insanları kendi ülkesine seslenen ve halkının sorunlarıyla dertlenen “organik entelektüel” olma vasfını yitirerek, meslek alanına yabancı dilden seslenen “profesyoneller” konumuna sürüklenmiştir. Bu durum öylesine olağanlaştırılmış, içselleştirilmiş ve yaygınlaşmıştır ki bilginin metalaştırılmasına hayır diyen, bilim insanının etik sorumluluğuyla davranan, akademisyen kimliğine ve topluma yabancılaşmayan, araştırma sorusunu toplumsal gereksinimler temelinde özgürce oluşturan akademisyenlerin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Üstelik bu bağlamda yakın geçmişte yaşanan ve bilim tarihine kara sayfalar ya da “davalar” olarak geçecek örnekler de bulunmaktadır; endüstriyel kirlilik, gıda güvenliği, halk sağlığı, kanserojen atıklar gibi konularda toplumun yaşamsal sorunlarına ilişkin araştırma yapan, bilgi üreten ve ürettiği bilgiyi toplumla paylaşmayı etik tutumun bir gereği olarak yerine getiren akademisyenler, otoriter iktidar ve şirketleşmiş üniversite yönetimleri işbirliğinde sorgulanabilmiş, yargılanabilmiş ve hatta sözümüz onahukuki cezalandırma süreçlerine maruz kalmışlardır. Akademisyen kimliğindeki ve pratiğindeki bu yabancılaşmada, üniversitelerimizde kendi dilimizde ve kendi bilimsel yayın organlarımızda yayın yapma geleneğinin YÖK’ün ve üniversitelerin akademik atama ve yükseltmelerde kural olarak koyduğu, uluslararası atıf dizinlerinde (SCI ve SSCI vb.) taranan dergilerde yayın yapma kuralının önemli bir etken olduğu söylenebilir. Üniversitedeki gerek bilimsel yayıncılık gerekse de akademisyen seçim ve yükseltmelerindeki jüri sistemi âdil, nesnel çalışmamakta; akademik liyakat yerine sadakat ve kayırmacılık esas olmaktadır.
AKP’de cisimleşen ve akademi de dahil pek çok mecrada egemen olan muhafazakar-islamcı siyaset, toplumsal cinsiyet alanında üretilen fikir ve kavramları toptan reddetmek yerine çarpıtarak kendi ideolojik programı açısından kullanışlı hale getirmeye, bir anlamda sömürgeleştirmeye çalışıyor. Örneğin, yaklaşık 50 yıldır sosyal bilim alanında kullanılan ve düşünsel kökleri çok daha gerilere uzanan “toplumsal cinsiyet” kavramı yeniden tartışılmaya açılabiliyor. Bizzat YÖK Başkanı Yekta Saraç, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesinin” geri çekilmesini savunurken “toplumsal cinsiyet” kavramını açıkça reddetmek yerine “adalet temelli kadın çalışmaları” gibi bir tanım/güzergâh öneriyor. Zaman zaman açık bir biçimde de ifade edildiği gibi, bu çabaların arkasında iktidarın, kadın ve erkeklerin, “fıtratları nedeniyle” eşit olamayacakları ve bu nedenle ancak kadınlara karşı “âdil davranılabileceği, böylece eşitliğin değil, adaletin tesisinin hedeflenebileceği görüşü yer almaktadır. Ayrıca “toplumsal cinsiyet” kavramı cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerini içeren geniş bir kavramdır. Bu nedenle “toplumsal cinsiyet çalışmaları” birimlerinin akademik çalışmaları ve üniversite içinde yürütülen mücadeleler, sadece kadın ve erkek kategorileri arasındaki eşitsizlikleri konu almaz. İktidar, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinden bahsedilmesine karşıdır. Sonuç olarak iktidar, kadınların, kendilerine “âdil”davranılmasıyla yetinmeleri gerektiğini, konunun yeni kuşaklara böyle aktarılması gerektiğini düşünmekte, bunda ısrar etmektedir. Son dönemde gündeme gelen kadın üniversiteleri kurulması talimatı da bu çerçevede ele alınmalıdır.
Üniversitede Despotik Emek Rejimi
Bilginin metalaşmasıyla birlikte sadece üniversiteye dair temel kavram, yapı ve değerler mutasyona uğramakla kalmıyor; aynı zamanda akademik emek rejimi de köklü bir biçimde dönüşüme uğruyor.Söz konusu süreç, bilim insanlarının entelektüel niteliklerinde erozyona neden olabilmekte; onları, varolan sorunları sorunsallaştıranya da yeni sorun tanımları yapan değil, verili sorunlara çözüm üreterek statükoya hizmet eden birer bilgi teknisyenine yani bir tür “meslek” elemanına indirgemenin önünü açmaktadır.
Üniversite piyasalaştıkça istihdam rejimi değişmekte; bilim emekçisi, akademik emek üzerindeki denetim gücünü ve iş güvencesini yitirmektedir. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak esnek, güvencesiz ve sendikasız çalışma bilim emekçilerinin yeni istihdam rejimi haline gelmiştir. Özellikle, genç öğretim elemanlarından oluşan, sözleşmeli çalıştırılan akademisyenlerin iş güvencelerini tamamıyla ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar, üniversitenin geleceğini yok etmektedir. Bu durum özellikle vakıf üniversitelerinde çalışan araştırma görevlilerinde daha bariz bir biçimde görülmektedir. Devlet üniversitelerinde 50/D şeklinde kendisini gösteren bu güvencesizleştirme şartlarında, vakıf üniversitelerinde çalışan araştırma görevlileri ücretler, çalışma koşulları ve özlük hakları bağlamında çok ağır şartlar içerisinde mesleklerini sürdürmeye çalışmaktadırlar. Akademik personelin hak ve hukukunun hem özel sektör işveren-işçi arasındaki iş sözleşmesi ile İş Kanunu uyarınca hem de YükseköğretimKanunu uyarınca değerlendirilebilmektedir. Bunun yol açtığı keyfiliği vakıf üniversiteleri kendi çıkarları doğrultusunda akademik personelin haklarını gasp etme yönünde kullanmaktadır. Öyle ki, vakıf üniversitelerinde çalışan öğretim elemanının verdiği ders saatleri akademisyen emeğini suiistimal edecek seviyelere ulaşmaktadır. Pandemi sürecinde eğitimin çevrimiçi olması, öğrenci sayılarının göz ardı edilerek sınıfların birleştirilmesine mazeret oluşturmakta; bu da öğretim elemanının ders saatinin olduğundan daha düşük gösterilmesi fakat artan iş yükü nedeniyle alması gereken hakların ödenmemesine neden olmaktadır.Vakıf üniversiteleri idari görevler ve ödenekleri konusunda da akademisyenleri keyfi uygulamalara tabi kılmaktadır; ayrıca aksi yönde kazanılmış davalar ve emsal kararlar olmasına rağmen vakıf üniversitelerinde hala akademik personele fazla mesai uygulaması dayatılmaktadır.
Üniversitelerdeki emek süreçlerinin disiplin ve despotizme dayalı kontrolünün de zemin sağladığı hiyerarşik ve eşitsiz ilişkiler, itaat ve korku kültürünü yaygınlaştırıp emekçileri kişiliksizleştirmektedir. İşsiz kalma korkusu, akademisyenlerin pek çok keyfi, onur kırıcı ve anti-demokratik uygulamaya boyun eğmesi ve sindirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Böylece sistemin istediği pasif ve itaatkâr akademisyen tipi yaygınlaşmaktadır. Oysa iş güvencesi, akademik etkinliğin baskıdan azade gerçekleştirilmesinin asgari koşullarından biridir. Günümüz Türkiye’sinde deneyimlediğimiz üzere, akademik emek gücünün kendisini yeniden üretebilmek için gerekli olan varoluş koşullarından ve minimum güvenceden yoksun olması, toplumun ve demokrasinin kendi öz-düşünüm mekanizmasını yıkması anlamına gelir ki bunun toplumun esenliği açısından ölümcül sonuçları vardır.
Üniversitelerdeki akademik atama ve yükseltmeler üniversite bileşenlerinin tümünün söz hakkı olmadığı bir sistemle yürütüldüğünden, atanan kişinin hesap verme sorumluluğu da sadece atamayı yapana karşı olmaktadır. Bu durum yönetici konumlarına gelen insanların kurumlarda daha rahat ve keyfi davranışlar sergilemesine zemin hazırlamakta; demokratik kazanım ve teamüller yok sayılmaktadır.
Üniversite bileşenlerinin yaklaşık yarısını oluşturan idari ve teknik personel, üniversite olanaklarından bütünüyle yararlanamamakta ayrıca çok sınırlı özlük haklarıyla yetinmek zorunda bırakılmaktadır. Tüm üniversite emekçileri gibi idari ve teknik çalışanlar da esnek ve güvencesiz (4/b,4/d vb.) çalışma biçimlerine mahkum edilmek istenmektedir. Hem akademik hem de idari çalışanların iş güvencesini yitirmeleri, çalışanların “sermayeye hizmet ettikleri ölçüde” ve “birbirlerinin kurdu olmaları şartıyla” başarılı sayılmalarıdemektir. Kamu Personel Rejimi’ndeki dönüşüme paralel olarak, kadrolu istihdam edilen mevcut idari ve teknik personelin sosyal ve özlük hakları fiili ve keyfi olarak ellerinden alınmak istenmektedir. İdari kadrolarda yönetimlerin vekâleten yürütülmesi; biat kültürü, adam kayırma, eşitsizlik ve çalışanların görevinde yükselememesi gibi sonuçlar doğurmaktadır. Tayin, görevde yükselme gibi temel hakların böylesi engellemelerle ortadan kaldırılması kabul edilemez.
Ayrıca vurgulanmalıdır ki, yükseköğretimin metalaşma süreci pandemi koşullarının dayattığı uzaktan ya da çevrimiçi öğretim zorunluluğuyla eskisine göre daha da yoğunlaşmakta ve belirleyicilik kazanmaktadır. Pandemi, beraberinde getirdiği uzaktan öğretim zorunluluğuyla, yükseköğretimin bilgi ve iletişim teknolojileri üzerinden ilerleyen paradigmatik dönüşümüne ivme kazandırmıştır. “Girişimci üniversite” modelinin tamamlayıcı bir öğesi olan uzaktan ya da çevrimiçi yükseköğretim modeli, eşzamanlı (senkron) ya da eşzamanlı olmayan (asenkron) bütün türleriyle, eğitim ve yükseköğretim sistemlerinin içinde bulundukları küresel eğitim piyasasına eklemlenmesinde önemli bir araç işlevi görmektedir. YÖK ve üniversiteler, teknolojik olarak mümkün olanın pedagojik açıdan da uygun olup olmayacağını sorgulamamızı olanaksız kılan kolektif bir “dijital hipnoz”un etkisiyle üniversitenin sadece bugününü değil geleceğini de biçimlendirecek karar ve uygulamaları yaşama geçirmekte birbiriyle yarışmaktadır. Öğrenme sürecinin öznelerinin süreç üzerindeki denetimini yok eden, çalışma süresini yaklaşık iki katına çıkaran dijital yükseköğretim, kadın eğitim ve bilim emekçileri açısından karşılıksız ev içi emek ile ücretli emek zamanının iç içe geçmesine neden olmuştur. Aynı mekânda yani “ev”de birlikte gerçekleştirilen bu faaliyetler kadın emekçiler açısından taşınamaz bir yük haline gelmektedir. Bir mekân olarak “ev”eve “üniversite”ye yüklenen anlamları değiştirebilecek olan dijital çalışmanın/öğretimin ancak geçici ve kısa süreli olarak düşünülmesi gerekir. Uzaktan öğretimin istisnai durumlarda geçici bir önlem olarak başvurulması gereken bir uygulama olmaktan çıkarılıp yükseköğretim sisteminin asli bir öğesine dönüştürülmesi, üniversitenin içine düştüğü varoluş ve meşruiyet krizini derinleştirmektedir. Yükseköğretimde dijitalleşmeyi hızlandıran bir etken olarak uzaktan öğretim, öğretim elemanlarını sahip oldukları dijital beceriler kadar değer taşıyan birer otomata dönüştürürken, üniversitenin öğrenciler için bir toplumsallaşma ve özneleşme mekânı olma niteliğini ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye’de üniversitenin hal-i pür melaline dair buraya kadar özetlemeye çalıştığımız teşhis ve tespitler, üniversite retoriği ile realitesi arasındaki uçurumun tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki kadar derinleşmediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Günümüz Türkiye’sinde üniversitenin kendi değişiminin öznesi olmak bir yana, dışardan dayatılan değişmelere (müdahalelere) bile direnme gücü bulunmamaktadır. Bu durum, üniversitenin tam bir kısır döngü içine saplanıp kaldığını göstermektedir: Bir üniversitenin olması gerektiği gibi özerk ve özgür değildir; bu yüzden üretken ve yaratıcı değildir. Üniversite, üretken ve yaratıcı olamadığı için de özgür düşüncenin ve özerk kurumsallaşmanın önündeki engelleri kaldırıp demokrasiyi ve toplumsal/kültürel ortamı yeşertecek gücü bulamamaktadır. Bu kısır döngü sonucu olarak herkesin herkese benzediği üniversitede, düşünce ve eylem tembelliği başat bir nitelik kazanmaktadır. Kuşku ve eleştiri üniversiteden kovulmuş; itaat ve biat asli norm haline gelmiş ve dolayısıyla suskunluk ve teslimiyet egemen olmuştur. Bu da üniversiteye dışarıdan müdahaleleri kolaylaştıran ve meşrulaştıran bir etkene dönüşmektedir. Üniversitenin içine düşürüldüğü bu kısır döngü ancak daha fazla demokrasi ile kırılabilir. Çünkü, demokrasi-üniversite ilişkisi, biri olmadan diğerinin de var olamayacağı ya da tanımlanamayacağı içsel ve zorunlu bir ilişkidir. Demokrasi, önce entelektüel çabalarla yaratılıp sonra halka bahşedilecek düşünsel bir kurgu değil; bizzat halkın (demos’un) hiçbir zaman sonu gelmeyen bir öz-kuruluş ve öz-yaratım sürecidir. Kriz, demokrasinin öznesi olan halkın güç yitiminden kaynaklanmaktadır. Halkı kendi kaderinin efendisi kılacak, kolektif bir “özneleşme/özerkleşme” sürecinin önünü açabilecek, halkın kendi kendini örgütleme ve eyleme kapasitesini artıracak bir üniversite anlayışı ve pratiği demokrasi için olmazsa olmaz derecesinde önemlidir.
Üniversitenin Yeniden İnşası İçin Ortak Öneriler
Kapitalizmin bilimsel üretim sürecinde yarattığı antidemokratik dönüşümler karşısında bilim emekçilerinin vereceği yanıt kısmi ya da arızi değil, bütünsel ve yapısal özellik göstermek zorundadır. Özgür ve eleştirel bilginin emek, doğa ve toplum yararı için üretimi ve evrensel paylaşımı ilkesi, ancak ülkede ve üniversitede demokrasinin kurulmasıyla yaşama geçirilebilir. Bunun güvencesiyse akademisyeninden, öğrencisine ve idari çalışanına dek tüm bileşenlerin oluşturduğu bağımsız özyönetim organları olmalıdır.
Demokrasi güçlerinin önünde üniversitenin bugününe ve geçmişine dair gerçekçi tespitlerden beslenen ve üniversitenin geleceğine dair bir tahayyülü içeren politik bir program oluşturmak ivedi bir gereklilik olarak kendini hissettirmektedir. Üniversite siyasetine dair böyle bir program, temelde üniversiteyle toplum arasındaki iletişim ve etkileşimin ve de üniversite bileşenlerinin üniversiteyle ilişkilerinin nasıl kurulacağını içermelidir.
Üniversitelerin içine düşürüldüğü bu krizi yüzeysel ve geçici önlemlerle aşabilmek mümkün değildir. Yaratılan bu kriz ortamından çıkmanın yolu bugüne kadar yerleşmiş olan bu akademik düzenin köklerinden sökülüp atılmasıyla mümkündür. Kamusal finansman, kurumsal özerklik, iş güvencesi, akademik özgürlükler ve üniversite bileşenlerinin yönetim ve denetim mekanizmalarında yer aldığı eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik özyönetim ilkeleri garanti altına alınmadan böylesi bir kopuşun sağlanamayacağı da unutulmamalıdır.
Bu çerçevede, idari ve teknik personelden öğretim elemanlarına, öğrencilerden işçilerine kadar tüm üniversite bileşenlerinin sorunlarına çözüm üretmek, üniversitelerimizi her türlü ayrımcılığın ve eşitsizliğin ortadan kalktığı, insan, toplum ve doğa yararına faaliyet yürüten kurumlara dönüştürmek ve demokrasiyi yeniden inşa etmek için tüm gücümüzü seferber etmeliyiz. Mücadeleyi şu temel ilke ve hedefler doğrultusunda sürdürmeyi öneriyoruz:
• Üniversiteyi şirketleştirip küresel sermayenin hizmetine sokmaya dönük hiçbir düzenleme, girişim ve uygulama kabul edilemez.Bireyci-rekabetçi bilgi üretimi yerine kolektif bilimsel üretim; bilginin özel mülkiyeti yerine de toplumsal mülkiyeti esas olmalıdır. Üniversite, piyasanın ihtiyacı olan bilgiyi üretmek ve elemanı yetiştirmek yerine, evrensel kültürün ve eleştirel düşünme yeterliğinin kazandırıldığı bir kurum olmalıdır. Bilginin ürün ve teknolojiye dönüştürülmesinde emek, toplum ve doğa yararı gözetilmelidir. Araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) ve patentleme sistemleri, toplumyararı önceliğiyle yeniden düzenlenmelidir.
• Yükseköğrenim temel bir haktır ve herkesin parasız yararlanabileceği toplumsal bir hizmetolarak piyasa mekanizmalarına (fiyat, rekabet, verimlilik vb.) ve koşullarına terk edilmemelidir. Öğrenci har(a)çları, emekçi sınıfın yükseköğretime ulaşması önünde bir engeldir ve tamamen kaldırılmalıdır. Öğrencilere eğitim ve araştırma gereçleri, barınma, beslenme ve ulaşım parasız sağlanmalıdır. Yeni özel/vakıf üniversitelerinin açılmasına izin verilmemeli ve var olanlar kamulaştırılmalıdır. Üniversite bünyesinde ticarî amaçla faaliyet gösteren dernekler, vakıflar ve merkezler kapatılmalıdır.
• Üniversitenin kendi kaynaklarını yaratması adı altında yürütülen ticarileştirme, piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarına son verilmelidir. Yükseköğretimde maliyeti toplumsallaştırırken faydayı bireyselleştiren bir meta finansman formülü (“yararlanan öder!”) yerine yükseköğretimin faydasını da maliyetini de toplumsallaştıran bir kamu finansmanı esas alınmalı; bunun için genel bütçeden ayrılan pay artırılmalıdır.
• Üniversite özerkliğinin hayata geçirilmesi için gerekli tüm düzenlemeler yapılmalıdır. Akademik özgürlüğün, ifade özgürlüğünün ve üniversitelerin yönetsel özerkliğinin sağlandığı bir sistem kurmak üzere YÖK yerine, üniversitelerin doğrudan temsil edildiği demokratik bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurulun görevi, eğitim politikalarını belirleme, yükseköğretim kurumları arasında eşgüdüm sağlama ile sınırlı olmalıdır. Bu kurulda demokratik bir yapılanmanın gereği olarak öğretim elemanları, öğrenciler, işçiler ve memurların örgütlü yapıları yer almalıdır.
• Bütün eğitim tür ve düzeylerinde olduğu gibi, yükseköğretimde de uzaktan ya da çevrimiçi öğretime ancak ötekilerle kurulacak yüz yüze iletişim ve etkileşimle inşa edilebilen bireysel ve kolektif özneleşme ve de kolektif bir gelecek tahayyülü geliştirme imkânını ortadan kaldırdığı; bu nedenle deözgürleşimci bir öğrenme pratiği olmadığı için karşı çıkmak gerekir. Uzaktan öğretim özellikle ezilenlerin kolektif düşünme ve eyleme kapasitesini zayıflatırken; egemenlerin merkezî denetim gücünü artırmaktadır. Yükseköğretim hizmetinden yararlanmada özel mülk ve servet sahipliğinin belirleyiciliğini artıran uzaktan yükseköğretime, çok istisna haller dışında karşı çıkmak ve “yüz yüze” eğitimi inatla ve ısrarla savunmak gerekiyor.
*Akademik personelin doktora sonrası akademik gelişmeleri konusundaki ilke, kriter ve prosedürler, akademide hiyerarşilerin oluşmasına izin vermeyecek biçimde, akademik topluluklarca ve katılımcı bir süreçle yeniden belirlenmelidir.
• Yöneticilerin seçimi ve kurulların oluşumunda, tüm karar ve denetim süreçlerinde üniversite bileşenlerinin tümü yer almalıdır. Karar ve denetim süreçlerinde kişilerin değil, kurulların egemenliğini esas alan eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik özyönetim ve özdenetim modeli hayata geçirilmelidir.
•Akademik çalışma ortamı, hiyerarşik yapılanmadan kurtarılmalı, ast-üst ilişkisi yerine birlikte üretim esas olmalıdır. Akademik unvanlar, hiyerarşik göstergelere dönüştürülmemeli, ticari nüfuz kaynağı olmamalıdır.
• Üniversiteler sadece otoriter ve baskıcı zihniyetiyle değil, kent dışındaki konumları, “güvenlik kaygıları” bahane edilerek kurgulanan kısıtlayıcı/gözetleyici fiziksel mekânları ile halka kapalı/uzak, öğrenci ve öğretim elemanını izole eden steril yerler haline gelmiştir. Üniversitenin kameraları, turnikeleri, tel örgüleri ve demir parmaklıkları sökülmelidir. Mevcut disiplin yönetmeliklerinin, özgür ve demokratik üniversite ile bağdaşan bir tarafı yoktur. Özgür düşüncenin önüne engel koyan disiplin mekanizmaları terk edilmeli; yerine tüm bileşenlerce oluşturulacak “ortak yaşam ilkeleri” hayata geçirilmelidir.
•Yükseköğretim kurumlarındaki fazla mesai uygulamalarının ve yaptırımlarının tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.
• Üniversitelerde ırk, etnisite, inanç/inançsızlık ve cinsiyet temelli her türlü ayrımcılığa ve baskıya son verilmelidir. Etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim,cinsiyet kimliği ve cinsiyet ifadesi gerekçe gösterilerek uygulanan her tür dışlama, yok sayma, yıldırma, sindirme ve baskı politikasının anayasal olarak suç sayılan temel insan hakları ihlali olduğu unutulmamalıdır. Bu tür hak ihlallerinin üniversitelerde yaşanmaması amacına yönelik olarak, evrensel/ulusal hukuk normları ve etik ışığında politika belgeleri hazırlanmalı; kurumsal düzeyde ise çalışmaları yasal güvenceye kavuşturulmuş birimler ve etik kurullar oluşturulmalıdır.
Kadınlara yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel taciz ve şiddeti önlemek üzere birimler kurulmalı, yönetmelikler hazırlanmalı, bunları uygulama mekanizmaları oluşturulmalıdır.Üniversitelerde “toplumsal cinsiyet çalışmaları”veya “kadın çalışmaları” adıyla akademik birimlerin kurulması ve bu birimlerin lisansüstü programlar açmaları kolaylaştırılmalıdır.
• Akademisyenlere asli görevleri olan bilimsel araştırma ve öğretimi gerçekleştirebilecekleri ve insanca yaşayabilecekleri bir ücret ödenmelidir. Bu koşullar altında akademisyenlerin şirketlere danışmanlık, yarı zamanlı çalışma gibi ticarî faaliyetlerine son verilmeli ve tam gün çalışmaları esas olmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine koşulsuz iş güvencesi sağlanmalıdır. Üniversite emekçilerinin ve öğrencilerin örgütlenme ve siyaset yapma hakları önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Tüm üniversite emekçilerine toplu sözleşmeli, grevli sendika hakkı tanınmalıdır. Özel/vakıf üniversitelerinde çalışan bilim insanları ve işçiler “piyasalaşmış üniversite”nin sorunlarını en çıplak biçimde yaşamaktadırlar. Bu kurumlardaki eğitim ve bilim emekçileri örgütlü mücadelenin dışında bırakılamaz.
Bizler,üniversiteleri, eğitim hakkı mücadelemizin bir parçasını oluşturan yükseköğretim hakkı veinsan, toplum ve doğa yararına bilim için birer mücadele alanı olarak görüyoruz.Üniversitelerin kurumsal özerkliğini,akademik özgürlükleri, tüm bileşenlerin katılımıyla demokratik eşitlikçi özyönetimi savunuyor;ırkçılığı, cinsiyetçiliği, heteronormativiteyi ve her türlü ayrımcılığı reddediyoruz. Yükseköğretim sistemini kuşatan piyasacı, dinci-gerici ve otoriter politikalara teslim olmamanın yolu, daha fazla demokrasiden, örgütlenmekten ve birlikte mücadele edebilmekten geçmektedir. Dolayısıyla, demokratik duyarlılık taşıyan herkesi, memleketimizde demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz bir boyutu olarak insan, toplum ve doğa yararına bilim düsturuyla özgür ve özerk üniversite mücadelesine omuz vermeye çağırıyoruz.